14 Aralık 2013 Cumartesi

Blade runner üzre

Önsöz;

Bu kez yazımız biraz ilginç olacak. Voltaire tekniğine benzer teknik kullanarak önce ki yazılarımızın da okunduğunu düşünerek belli atıflarla İnsan olmak ne demek sorusuna 'Blade Runner' üzerinden bir sorgulama yapacağız. Bu sorgulama da önce bir sav atıp sonra bunun geçersiz olduğunu iddia ederek (Voltaire tekniği derken ki kastımız) en son 'Descartes' ve tüm a sentetic priori proposition (önerme)'lerin anlamsız olduğunu iddia edeceğiz-ki zaten öyle!

      THERE IS NO DISTINCTION

Three key  questions contribute to the core of Blade Runner: Who am I? Why am I here? What does it mean to be human? These are the same basic questions that humanity has faced since the dawn of time. The eternal problems in the film are, thus, essentially existential ones. In addition, we should not ignore a very basic philosophical question as what is 'fact' ?

 Like the film, I will answer these question ambiguously. If we want to define what human is, firstly, we should define what s/he is not! Therefore, I will try to clarify points, properties which people are different from android. However, I will fail because we cannot discriminate between them without any boundary! We know that the reason why there is a difference between two things is the boundary or distinctness.


   My first claim is about subject of memory transfer. People think that their memories are confidential characteristic. But, what is the memory? For example, what is difference it from data of computers? Even if it has a definition and difference, it does not become any boundary between androids and people. If we look the film, Rachael was transferred memories of the other person and she is not aware of this situation. Rachael worries, becomes happy and gets angry because of their reflections. Moreover, when Rachael is in love with Rick, she killed an android to save the life of Rick. Now, we should ask a question in here! Which is the motive which causes this event? Is it the motive of a new characteristic or is it a kind of reflection previous memories?

   My second claim is physically diversity. Almost all alive have confidential physical properties. People find strange when they see a four-legged person but if they see a four-legged animal, they are not surprised. Is this a humanly sense? If we come back to the film, there is an interesting scene about Pris. When she went the house of Sebastian, she met simple and short robots. However, she was never interest them. She was interested with Sebastian so with a person although she is a kind of robot. In short, Androids are not different from people in terms of physical. We have already known this by seeing them. But, it is an important point to understand the difference between an android and a robot. Even, I can quote from Descartes : He ''in Passions of the Soul and The Description of the Human Body suggested that the body works like a machine, that it has material properties''. Consequently, we did not find a distinction.

 My last claim is desire of immortality. It is a well-known fact that the immortality is only fantasy (at the moment!). But nobody lives by thinking death. People want to live more and hence, they research immortality. Maybe, we can say that the death fear is a part of humanity because almost all people covet it. I do not exactly know! But there is a fact that androids have the same sense. If the desire of immortality is humanitarian, this is not the boundary between people and androids again when we take into account the desire of life of androids in the film.

   We may continue in this way our claims. But I do not think finding any boundary. Moreover, even if there is a boundary, we cannot rely on it. For example: We can try to obtain some information our experience. But,  all information which we know may only become from dreams. Who can convince contrary us? Maybe, we only know that we are  dreaming or are being dreamed! Even worse! ''We have long had fixed in our mind the belief that an all-powerful God existed by whom we have been created such as we are. But how do we know that He has not brought it to pass that there is no earth, no extended body. They seem to us to exist just exactly as we now see them?'' * I think, If we say that we may be a kind of androids, it is not quite false. In addition, we can do matching in the film as Tyrell: God and Rachael: People. Maybe, all people are ''Rachael'' in the presence of God.
  While I mention Descartes, I can present a powerful argument which Descartes claimed about the being of human.
He said that 'Cogito ergo sum' so I think; therefore, I exist. But ironically, an androit said this sentence in the film .
In fact, this argumat could not draw a boundary between androids and people too. Already, even if we know that, as Descartes said that we will not yet know clearly what we are, we who are certain that we are. On the other hand, while I define an important concept like 'human' , I use sentetic a priori proposition i.e. '' if a person exists, s/he exists and if s/he thinks, s/he thinks at that time.''**

 In short, even if we find more powerful propositions, we will not reach exact fact like the film. In fact, in my opinion, this is more attractive such because the fact may not be the thing which we want to know. For illustrate, Is rick an android, is not? I think, it is not a necessary question. Even if he is not a human, who was human? We cannot know this! I do not say that we do not know, I say that we cannot!


*Descartes: Meditation I (23 kasımdaki yazıda türkçesini görebilirsiniz.

)
** Alfred ayer

29 Kasım 2013 Cuma



ECCE HOMO


Nietzsche’nin kendi elinden kendini anlattığı bu ilginç kitap ‘kendi’ olabilme derdinden olmuş gibi geldi bana. Şöyle dile getiriyor başta derdini;
‘’ Söz gelişi bir umacı değilim ben, bir törensel korkuluk da değilim, -üstelik bugüne değin, erdemli diye saygı duyulan insan türüne aykırı bir yaradılıştayım. Söz aramızda gururumu kabartan da bu durum olsa gerek. Bilge Dionysosun çömeziyim ben, bir ermiş olmaktansa bir satir olmak yeğdir benim için. Bu yazı okunsun yeter. Bu yazı, apaçık, insansever bir tutum içinde, bu aykırılığı sergilemekten başka bir amacım yoktur; insanlığı "düzeltmek", verebileceğim son söz olurdu sanırım.’’
 Sonra amacının yüceliğini ve tekliğini şöyle dile getirir;
‘’Putları ( benim idealler için kullandığım sözcük) devirmek –hepsinden önce budur benim uğraşım.’’ Nietzsche’ye göre insan, ortaya koyduğu ideal dünyanın uydurukluğuna göre, gerçekliğin değerini, anlamını, doğruluğunu tüketti...Modern toplumda insanların kendilerinden tamamen uzakta yaşamın içinden kopuk oluşundan onun hala ne denli haklı olduğunu görebiliyoruz…
 Kişi nasıl kendisi olur peki? Bu yolla değiniyorum kendimi sakınma ve bencillik sanatındaki başyapıta..Ödevin, ödevin amacının, yazgısının ortalama bir ölçünün üzerine çıktığını varsayalım, böyle bir durumda kendi kendinle bu ödevle birlikte yüzleşme, sakıncaların en büyüğü olurdu. İnsan, kendi kendisinin çok uzağında kaldığını bilmediği sürece, kim olduğunu sezmedikçe, varlığının bilincine ulaşır.
Son olarak Nietzsche yaşamaya dairde olumlayıcı bir iki kelamda bulunmuştur.
Bana kalırsa yazgı sevgisi insanın büyüklüğünü gösteren: çünkü insan geçmişte, gelecekte, sonsuzluğa değin başka türde bir istekle bulunmamalıdır. Zorunlu olana yalnızca katlanmak, bir de onu az çok gizlemek yetmez – bir kandırmacadır zorunluluğa karşı tüm ülkü idealizm – onu sevmektir yakışan…

23 Kasım 2013 Cumartesi

Descartes'in Meditasyonları


Descartes:
‘Kökleri  metafizik, gövdesi fizik ve gövdesinden çıkan dalların da diğer bilim dalları olan bir ağacın  bütünü gibidir felsefe diyor’.

I. MEDiTASYON
Şüpheye Ne Davet Edilir?
Descartes Birinci Meditasyon’una uzun zamandan beri değer verdiği inançlarının yanlış  olduğunu söyleyerek başlar ve bunun ‘bütün inançlarının oluşturduğu yapı’nın ‘hayli şüpheli’ olduğunu düşünmesine yol açtığını söyler.

-Uygun durumları uygun olmayan durumlardan ve yeterli algılayıcıları yetersiz
olanlardan ayırabiliriz ve eğer durumlar uygun ve algılayıcı da yeterliyse,duyumsanan
her şeyin, duyulara nasıl göründüyse öyle olduğu söz konusudur.

Rüya Görmek
‘’Kim bilir kaç kere geceleyin uyurken, bunlara benzer olaylarla ikna olmuşumdur –burada sabahlığımla ateşin yanında oturduğumdan ( oysa gerçekte yatağımda çıplak yatarken!... Uyanıklığı uyuyor olmaktan ayırt edebilmemi sağlayacak kesin bir belirtinin olmadığını da çok açık görmekteyim.’’

Yani tecrübelerimin niteliksel karakteri, şu an rüya görmediğimi garanti etmez. Belkide, bütün bildiğim her zaman rüya görmüş olabileceğimdir.
Rüya hipotezine dair konuşurken Birinci Meditasyon’un düşünürü bu argümanın bütün empirik inanışların, yani duyusal tecrübeye dayanan inanışlarınaltını oyduğunu söyleyerek meseleyi sonlandırır. Fakat Ona göre;

‘’Uyuyor veya uyanıkken, 2 ile üç toplandığında 5 eder ve bir karenin dörtten fazla kenarı yoktur. Böyle apaçık hakikatlerin yanlış oldukları şüphesini yaratacak bir şeylerinin olduğu görünmemektedir.’’

Kötü Niyetli Cin
‘’Nasıl bilirim ki, dünyanın, göğün, uzamlı cismin, şeklin, ebadın, yerin olmamasını ama aynı zamanda
bütün bu şeylerin şimdi olduğu gibi var olduklarını bana gösterenin Tanrı’nın kendisi olmadığını?
Dahası... her zaman ikiyle üçü topladığımda veya karenin kenarlarını saydığımda ya da daha da basit
meseleler de bile yanılıyor olamaz mıyım?

‘’ Güçlü olduğu kadar da hilekâr bir aldatıcı cinin bütün gücünü beni aldatmak üzere kullandığını varsayacağım. Gök, hava, toprak, renkler, şekiller,sesler ve bütün harici şeylerin sadece birer yanılsamalar olduğunu farz edeceğim.
II. MEDİTASYON
İnsan zihninin doğası ve nasıl olup da bedenden daha iyi bilindiği üzere.
Descartes, skeptik hipotezinden zarar görmeyecek tek bir kesinliği, Arşimetçi bir nokta bulmayı umut etmektedir ve aradığını şu argümanda bulur: cogito ergo sum.
Argümanın bu ünlü ifadesi Descartes’ın Metot Üzerine Konuşmasında yer alır: ‘‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ düşüncesi o kadar sağlam ve güvenilirdir ki en ileri giden skeptik düşünceler dahi onu çürütemezler’.
    Cogito’nun sonuçlanmasından hemen sonra, Descartes der ki: ‘Bu zorunlu olarak var olan ‘ben’i henüz yeterince anlamış değilim’. Var olduğumu biliyorum ama ne olduğumu bilmiyorum. Varlığımdan haberdarım ancak henüz özümü bilmiyorum.


Bedenin özü :

Descartes maddenin özüyle ilgili bir sonuca varır. ‘Beden’ kavramının uzamı, şekli ve büyüklüğü, şekil ve büyüklük değiştirme yetisi olan bir şeyin kavramı olduğuna ulaşır; beden kavramı bundan ibarettir. Bu daha sonraki Meditasyonlarda iyice geliştirilen zihin ve beden düalizmi ile birincil ve ikincil nitelikler öğretisini öngörür.

III. MEDİTASYON
Tanrı’nın Varlığı:
Açık ve Seçik İdealar :
Descartes ikinci Meditasyon’un argümanı üzerine düşünür ve sorar: beni kendisi hakkında oldukça emin kılan argümanın özelliği nedir? Bunun,argümanı açık ve seçik bir biçimde algılaması olduğunu söyler.
‘Düşünen bir şey olduğuma eminim... Bilginin bu ilk maddesinde, iddia ettiğim şeyin basitçe açık ve seçik algısı vardır; bu, eğer açık ve seçik bir biçimde algıladığım şey yanlış çıkarsa, maddenin doğruluğu hakkında emin olmama yeterli olmayacaktır. Bu yüzden genel kural olarak, açık ve  seçik bir biçimde algıladığım her neyse doğrudur kuralını koyabilirim gibi gözüküyor.’

Tanrı’nın Varlığı için Alamet’i Farika Argümanı:
Düşünür yukarıda ki ayrımı Tanrı durumuna uygular. Birçok idealarımın arasından Tanrı’yı sonsuz, sınırsız, her şeye kadir olarak gösteren Tanrı ideasıdır. Bu yüzden Tanrı vardır ki bu Tanrı ideamın ‘nesnesi’ olarak var olduğu anlamına gelir. Düşünür şu soruyu sorar: İdeamın ‘nesnesi’ olduğu için nesnel gerçekliğe sahip olan  Tanrı, buna ek olarak biçimsel gerçekliğe de sahip midir? Bir diğer deyişle, ideasına sahip olduğum Tanrı benim ideamdan bağımsız olarak var mıdır? Tanrı ideası ya da kavramı, deyim yerindeyse, Tanrı’nın özünü açıklar:
Bu ‘Sınırsız, sonsuz, değişmez, bağımsız, fevkalade zeki, fevkalade kuvvetli ve var olan beni ve her
şeyi (var olan ne varsa) yaratan bir töz ideası’dır

Şimdi Yeter Sebep Prensibini Tanrı ideasına uygulayalım: Tanrı ideası muazzam derecede yüksek bir nesnel realiteye sahiptir. Bunun nedeni ben olamam: çünkü ben mükemmel, sınırsız, aldanmamış değilim. Tek olası neden Tanrı’nın kendisidir.Tanrı, ‘beni yaratırken bu ideayı çalışmasını mühürleyen zanaatkârın işareti olarak benim  içime yerleştirdi’.

IV. MEDİTASYON
Hakikat ve Yanlışlık

Ve şimdi, içinde bütün bilgeliğin ve bilimlerin gizlendiği, bu doğru Tanrı tefekküründen, diğer şeylerin bilgisine doğru yol alabileceğimi düşünüyorum.

V. MEDİTASYON
Materyal şeylerin özü ve Tanrı’nın varlığını, ikinci kez değerlendirme,

Ontolojik Argüman
Matematiksel kavramlardan türetilen doğrular hakkındaki düşünceleri, Descartes’ı Tanrı kavramını tekrar gözden geçirmesine ve bu kavramdan ne gibi doğrular türetilebileceğini  sormaya yönelttir. Tanrı kavramı ‘fevkalade mükemmel varlık’ kavramıdır.Tanrı’nın özü her türlü mükemmelliği içerir. Varoluş mükemmelliktir.Var olan bir varlık, var olmayan bir varlıktan daha mükemmeldir. Bu yüzden Tanrı’nın özü varoluşa işaret eder.
‘Varoluşu dışında Tanrı hakkında herhangi bir şey düşünemediğim olgusunu, varlığın Tanrı’dan
ayrılamayacağı takip eder ve böylece O gerçekten vardır.’
Kartezyen Döngü
Descartes Beşinci Meditasyonu şunu ifade ederek sonuçlandırır:
Açıkça görüyorum ki bütün bilgilerin kesinliği ve doğruluğu yalnızca doğru Tanrı’nın farkında
olmalığıma dayanır, öyle ki O’nun farkına varana kadar hiçbir şeyin mükemmel bilgisini elde edemeyeceğim. Ve şimdi, hem Tanrı’nın kendisi ve doğası düşünsel olan diğer şeyler hakkında ve
hem de saf matematiğin konusu olan fiziksel doğanın bütünü hakkında, sayısız konuda bütün ve
kesin bilgiyi elde etmem mümkün.

VI.MEDİTASYON

Düalizmi destekleyen argüman :Eğer ben açık ve seçik olarak A’yı B’den farklı olarak ve tersini de anlıyorsam, o zaman A ve B metafiziksel olarak da ayrı olmalılar. Aklımı
bedenimden ayrı olarak açık ve seçik olarak kavrayabiliyorum: aklım ama bedenim değil, esas olarak düşünen bir şeydir. Ve bedenimi açık ve seçik olarak aklımdan farklı olarak kavrayabiliyorum: bedenim ama aklım değil, esas olarak uzamlı düşünemeyen bir şeydir. O halde aklım ve bedenim metafizik olarak birbirinden farklı ve birbirinden bağımsızca var olabileceklerdir.

16 Kasım 2013 Cumartesi


 B.Russell Tanrı’nın herşeye gücü yetmesiyle (omnipotence) ilgili  ‘’ Tanrı kendisinin kaldıramayacağı ağırlıkta bir taş yaratabilir mi? Eğer yaratabilirse onu tekrar kaldırabilir mi?’’, diye bir önerme ortaya atmıştı ve bu önermeden Tanrı’nın herşeye gücünün yetmeyeceğini yahut bir çeşit çelişki olduğunu çıkarsamıştı.
    Aslında önermeyi analiz etmeden önce şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Russell gibi iyi bir matematikçi nasıl olurda önermesinde ki   çelişkiyi farketmez?  Ya da farketmişse fakat  farketmiş olmasına rağmen bunu yine de ortaya atmışsa bence bu onun kötü niyetli olduğunu gösterir. Zaten Tanrı sonsuz bir güce sahipse onun 'öyle bir taşı yaratmaması üzerine önerme koymamız pek mantıklı olmaz!' Daha da önemlisi şu ki: Russell 'Cantor'u * iyi tanıyordu ve eminim 'cardinalite'** ne demekti bunu iyi biliyordu. Yani ''-sınırsızlık, yücelik, sonsuzluk-'' kavramlarının yalnızca bir değerinin (cardinalitesinin) olmadığını eminim çok iyi biliyordu. O yüzden tanrının o taşı yaratma konusunda ki sonsuz kudreti ile onu kaldırabilme konusunda ki sonsuz kudretinin farklı olduğunu bilmesi gerekirdi!
  Herşeye rağmen yani bu önermenin temelden sakat olmasına rağmen yinede onu -tüm bu değerdeki paradokslardan arınmak amacından ötürü- inceleyelim. Her zaman ki gibi önce kavramlara bakarak!
  Şuanda herkesin bulunduğu yerden 3,000 km uzakta bir topluluk olsun ve bu topluluk içerisinde bir adam taşlar, ağırlıklar konusunda o kadar yetenekli olsun ki! O kadar yetenek olamaz dedirtsin gören herkese. Yalnızca görenler o yeteneği anlasın; yani tarif edilemez bir yetenek olsun. Sizce ne tür bir yetenek bu? Aklınıza gelen şey çok ağır ama inanılmaz ağır taşları kaldırıyor olduğu olamaz sanırım! Birincisi 'yetenek' demek bununla hiç ilgili değil o belki ''güç,kuvvet'' demek ( ki bunlarda elbette aynı anlamda değiller!) Muhtemelen taşlara taşların tanrısı gibi davranırcasına birşey! Herneyse; ikincisi şu ki: Biz ne tahmin yaparsak yapalım o adamın aslında hiçbirşey yapamaz, beceremeze gelecektir konu. Çünkü biz şunu biliyoruz; o kimse tahmin edemeyeceğimiz bir yeteneğe sahip. Eğer biz onun ne yapabileceğini tahmin edebiliyorsak -o artık onu kesinlikle yapmıyordur- diyebiliriz rahat bir şekilde! O halde onun hiçbirşey yapamayacağı aslında tam bir beceriksiz olduğu da aşikar!
Söylemek istediğimi daha fazla açmak yerine konuyu Tanrıya getireyim!
  Çok derin olmasına rağmen sadece örnek olması açısından bir kavrama bakalım: adalet. Tanrının kavram dünyası ile bizimkisinin hatta ve hatta A ile B arasında ki ile C ile D arasındakinin bile pek benzemediğini söyleyebiliriz. Çok kez tekrar ettiğimiz bu meselede olduğu gibi 2 insan arasında ki ''aptalca'' seslenme nidalarına bakalım; çiçeğim, böceğim,pofuduğum gibi. Kendi aralarında bu kavramları yaratmış oldukları pek aşikar! Aksi takdirde onlara bu kadar anlamlı gelen bu kelimeler (artık kavramlar) bu kadar anlamsız gelemezdi bize. Peki Tanrı için! Öncelikle toplumun (burada bireyden çıkıp farklı bir kavram dünyasına girdik, aslında girmeseydikte pek birşey değişmezdi) adalet kavramına bakacak olursak: Bir Tanrı varsa o gerçekten çok kötü kalpli, vicdansız olmalı (tabiki kalbi varsa). Ya da aslında Tanrı diye birşey yok, sorunda yok(her nasılsa!). Bu konuda benimle hem fikirde değilseniz sokakta yatan küçük çocuklara veya hastanelerdeki o insanların çektikleri ızdıraplara bakmanız yeterli olacaktır Tanrının adaletsizliği konusunda. Tabi Tanrının 'adalet kavramı böyleyse'. Peki o halde Tanrı kötü olabilir mi? Bunu uzunca tartışmanın yeri ancak başka bir yazıya fakat kısaca söylersek bu mümkün olamaz. Çünkü Tanrı kavramının soykütüğüne bakacak olursak o zaten iyiden, yüceden varolmuştur, beden kazanmıştır.Belki de bir şeytan figürü de bu yüzden yaratılmıştır;bir kötü kavramına ihtiyaç duyulduğundan. Fakat Tanrı gerçekten kötü olsaydı O o andan itibaren hayatına son verilmiş olurdu ki bu noktada artık bir Tanrı kavramından söz edemeyiz onun adaletinden nasıl söz edelim? O halde Tanrı varsa onun kavram dünyası bilmemiz gerekiyor ki hiç bizimkisi gibi değil. Eğer yoksa...
  Son olarak Russell'in sorusunu (sorununu) daha da ileri boyuta taşıyarak cevaplayalım. Öncelikle tek tanrıdan söz edelim (çok tanrıdan söz etsekte hiçbirşey değişmeyecek). Ve soralım bu Tanrı -sonsuz kudrete sahip olan- kendisini yok edebilir mi? Bu zamana kadar sorulmuş soruların aksine giden bir soru! Eğer yok edilebilirse tekrar yaratılabilir mi? Burada yaratılmasından daha da doğru olan ifade o bir 'yaratım' olabilir mi tekrardan. Yokluğunu varlığına çevirebilir mi? Buna kudreti var mı? Tek Tanrı olduğundan dolayı bunu başka kimse yapamaz bu mümkün değil! Cevap evet yapabilir! Zaten yapmamışmıydı?
  

* Kümeler kuramının kurucusudur. Kümeler arasında birebir eşlemenin önemini ortaya koymuş, "sonsuz küme" kavramına matematiksel bir tanım getirmiş ve gerçel (reel) sayıların sonsuzluğunun doğal sayıların sonsuzluğundan daha büyük olduğunu ispatlamıştır. Bunu ortaya attığı;
** kardinalite kavramı ile yapmıştır. Kardinalite bir çeşit yukarda bahsi geçen 2 sonsuzlukların ayrı ayrı değerleridir. Sanki elle tutulur gözle görülürmüşçesine...

7 Kasım 2013 Perşembe

The text: Shooting an Elephant
Author: George Orwell
Subject: Masters and Servants



Although I agree with the text to some extent , I will object to some crucial points it. I think, masters are a kind of servants as George Orwell said in ‘Shooting an Elephant’. They expose to will to power, need to recognition*, do not have independent free-will. In fact, they have tol ive with fear concerning a lack of objects (servants).
I want to start the point which I do not agree with the text. Even if George Orwell who hates society and the state seems as a different man himself, in my opinion, he looked like other people. For example: While he initially went to much too small to kill an elephant, he said that ‘’ I was monentarily worth watching.’’ He felt an enormous power when he saw two thousounds people and this power changed a part of his ideas. Moreover, he legalized that a person is killed! He said that ‘’ I was very glad that the coolie had been killed…
Other important point is recognition. It means that every master needs to recognize by servants. As Hegel said that every master is a subject and therefore, every servant must be object. In fact, there exists a kind of dependency against servants for masters. Because a master must satisfy its! Servants, it is not free. Of course, servants are not free too. But as Orwell had to kill an elephant even though he did not want to do that, masters feel that they must protect their status.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Goethe-Gönül yakınlıkları

Goethe ilişkiler üzerinde kurduğu bu yeni kavramla sosyolojide yepyeni bir çığır açmıştır. Weber gibi bir çok önemli isimleri etkilediği bu kavramı izah eden kitabı bizde biraz açıklamaya çalışalım.
Kitap temel olarak 4 karakterler üzerinedir. Eduard, Charlotte ve onun kuzeni ve yüzbaşı.. Ama burda önemli olan isimler değildir. Bunun nedenini kitabın temel felsefesini anlatan kısa alıntıyla açıklayalım.
B’ye sıkı sıkıya bağlı çeşitli yöntemlerle hatta güç kullanarak dahi ondan ayrılamayan bir A düşünün; birde D ile arasında benzer ilişki olan bir C düşünün şimdi iki çifti birbirleri ile temasa sokun biz önce kim kimi terketti kim diğeriyle birleşti farkedemeden; A, D ile C’de B ile yakınlaşacaktır.
Ve Goethe ciddi bir uyarıda bulunur, gönül yakınlıklarını yaşayacak olan kimselere ; D’ye dikkat et dostum! Eğer C elinden alınırsa B ne yapacaktır?
Ayrıca Goethe o en güzel sözlerine, özdeyişlerini Ottillie’nin günlüğü adıyla veriyor. Onlar dan biraz alıntılar yapalım. ‘Duyduğumuz şeyleri  başkalarına anlatırken onları tahrif etmemizin nedeni zaten en başta tam anlamamış oluşumuzdur.
'Bir insanı tanımak için, neyi gülünç bulduğundan daha iyi bir gösterge olamaz.'
'Sağduyulu bir insan hemen hemen her şeyi gülünç bulur, bilge bir insansa hemen hemen hiçbir şeyi.'
'Bazı kusurlar bir insanın var oluşu için gereklidir. Eski dostlarımızın bazı tuhaf özellikleri ortadan kalkmış olsa bu hoşumuza gitmezdi'.


23 Ekim 2013 Çarşamba

Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları

 Teo Grünberg-Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları


‘’Doğrulanan özdeyişler hiçbir zaman kesinliğe erişemez’’ diyerek giriş yapar Grünberg felsefe yazılarına. Bir önermenin doğruluğunun o önermenin ait olduğu sistemin bütün önceki önermeleriyle tutarlı olması demek olduğunu düşünenler için; empirik bilgiler dil dışına çıkamamakta, böylece önermelerin olgularla karşılaştırılmasını gerektiren pekiştirmelere yer kalmamaktadır. Daha iyi kavramak için basit bazı paradokslar verelim. Hem Grünberg ne demek istemiş daha iyi anlayalım hem de bazı kategorilerle mantık yazılarına da değinmiş olalım.
     Tekil terimlerin yol açtığı paradokslar
  Tekil terimler ile o terimlerin gösterdiği nesne arasında ki bağıntıyı incelersek 3 ilkeden söz edebiliriz; tek anlamlılık ilkesi, konu ilkesi ve değiş-tokuş edebilme ilkesi.
1)      Tek anlamlılık ilkesi: En çok bir nesneyi gösterebilir tek terimli olarak.
Örneğin: Bu kitap.
2)      Konu ilkesi: Her önerme, içinde geçen tek terimli ifade ile gösterdikleri nesneler hakkındadır.
Örneğin: Bu kitap mavidir.
3 )     Değiş-tokuş edebilme ilkesi: A ve B nesneler ise A=B’ den dolayı A yerine B kullanmak değiş-tokuş edebilme ilkesini etkilemez. Ayrıca bu ilke 1. ve 2. İlkenin zaruri sonucudur.


Konusuzluk Paradoksu
(1)    ‘’ Bugünkü Fransa kralı yoktur.’’ Bu önerme Bugünkü Fransa kralı diye kimse olmadığından doğrudur. Burada geçen tek terim: ‘’ Bugünkü Fransa kralı’’ ifadesidir. 2.ilkeye göre (1)’in konusu ‘Bugünkü Fransa kralının’ gösterdiği nesnedir. Oysa böyle bir nesne yoktur. Haliyle (1) konusuzdur. ‘’Hiçbir şey hakkında olmayan bir iddia ise manalı olmayacağından (1) manasızdır’’ Oysa (1) doğru, dolayısıyla manasızdır. O zaman hem (1) hem manalı hem manasızdır. Birisi o yok derse yok dediği şey nesne olur ve ister istemez varlığını kabul etmek zorunda kalır.
Diğer bir örnekte Grünberg her ne kadar buralara taşımamış olsa da bu konuyu. Tanrı ile ilgili ifadeler. Tanrı yoktur ifadesi de aslında aynı sebepten dolayı hükümsüzlüğe uğrar. Gerçek şu ki hiçbir varlık ne insan ne herhangi bir bilim bir ifadenin, nesnenin yahut yaratının yokluğu hakkında konuşamaz. Bizler en fazla bir takım yapboz parçası misali yeni üretimlermişçesine ancak yokluk hakkında yaratılar yaparak konuşabiliriz. Fakat aslında onlar da yokluk değil, değişimlerdir. Örneğin bir resim çizebiliriz; kafası geyik kafası olan ayakları fil ayağı, burnu fare burnu, kaşı insan kaşı olan vs. Buna yeni bir isim de verebiliriz. Ama bu artık yok olmaktan var olmaya terfi etmiştir!

    Mantık yazılarından söz ederken Matematik hakkında bir şeyler söylememek doğru olmaz.
Matematik tutarlı olması ile en az ‘somut’ modeli olduğu henüz kanıtlanamadığı gibi bunun tersinde hiçbir somut modeli olamayacağıda kanıtlanamamıştır. Hatta somut nesne, sonsuz şartı matematiğin tümünün somut bir modeli olduğunun anlaşıldığını söyleyebiliriz. Bunu Grünberg şöyle ifade etmiştir: ‘ Matematik herhangi bir nesnenin fiziğidir’.

  Son olarak birkaç önemli kavramı analiz edelim.
Duman çıkan yerde ateş beklenir, öyle ki duman ateşin bir işareti sayılabilir. Mavinin sıfat olması sentaktik, mavi sözünün dile getirilmesi semantik, önceden beri mavi rengini ifade için kullanılması pragmatik bir olgudur. Felsefenin tümünün salt semiotik üzerine kurulduğunu ( kurulması gerektiğini) söyleyebiliriz.
Bitirirken;
‘Her inanma bir kabuldür, yalnız her kabul bir inanma değildir’.

Teo Grünberg

9 Ekim 2013 Çarşamba

Freud - Cinsellik üzerine



Psikanalizin kurucusu olarak bildiğimiz Sigmund Freud Yahudi bir sinir doktorudur. İlk ortaya attığı kavramlar bilinçsizlik ve içe tıkmadır. Burada bir takım kavramları bulduğum kadarıyla aktarmaya çalışacağım:
 Ontojenetik : Kişinin kendi kendine gelişmesi olarak biliniyor.
Panseksüalizm: Tüm cinsellik, herşeyi cinsellikle anlatabilirliği kınama üzere eleştirel bir terim.



Psikanaliz: Psikoloji akımıdır, hiçbir davranışın rastgele olmadığını düşünen bir daldır.

Narsizm: Kişinin kendi ruhsal ve bedensel benliğine aşırı bir beğeni duyması.
Freudu bu cinsellik üzre kitabı analiz etmede bir takım kendi kategorilerimi oluşturdum. Bu şekilde anlamaya çalışalım.

A)     Anatomik saldırılar:
1)      Cinsel nesneye fazla değer verme: Aşkın yarattığı kolay inanılırlık önemli bir kaynaktır hiç değilse de otoritenin kaynağıdır.
2)      Fetişizm: ‘ Bana bir atkı getir onun göğsünü örtmüş olan sevgilimin çorabını getir.(Goethe) Psikanaliz açısından belirli nesnelerden görme ya da dokunma duyusu yoluyla doyum elde etmeye çalışmaktan oluşan cinsel sapıklık.
‘İlk göz ağrısı unutulmaz bu ilinti özellikle cinsel nesnenin bütün fetişist nitelikli olduğu durumlarda da ortaya çıkar.
B)      Cinsel amaç saptanımı :
-Sadist, Mazoşist : Cinsel ilişkide acı vermekle haz duyan kimse duyabileceği acıdan da zevk alma gücüne sahiptir. Bir sadist daima bir mazoşisttir.
C)      Sapıklar üzerine genel yargılar:
1)      Değişme ve hastalık: Denilebilir ki  sapık olarak belirtilebilecek normal cinsel amaca eklenen bir ögeye sahip olmayan kimse yoktur. Bu olgu bize dönüklük terimini bir ayıplama karakteri vermenin ne kadar az doğrulandığını tek başına göstermeye yetmelidir.
2)      Sapıklıkların incelenmesi: Bize cinsel dürtünün iğrenme ve utanma gibi belli bir takım psişik güçlere karşı direnç göstermediğini ve savaştığını öğretti.

Burada biraz daha tanımlamalara ihtiyacımız var. Freud hem bir tıp doktoru hem de henüz yeni kurulmuş bir bilimin sahibi olduğundan dolayı çok fazla hem tıbbi terim hemde yeni kavramsallaştırılmış terimlerle dolu metinler yazmıştır.
Nevroz: Davranış bozukluklarına yol açan akıl hastalığıdır. Burada hastalık bilinç ve kişilikte değil duygusal alandadır. Nevroz adeta sapıklığın negatifidir.
Aşkın kine,  tatlı heyecanın düşmanlığa dönüşmesinin nedeni olan şey, libidodaki kıyıcılık ögesidir.

D)     Çocukluk cinselliğinin bazen açığa çıkması:
1)Kesintileri: Bazen yüceltmeden kaçan bir cinsel yaşam parçasının bir patlayış yaptığı ya da bütün gizlilik süresi boyunca ergenlikle birlikte cinsel dürtünün gelişip ortaya çıkmasına kadar cinsel bir etkinlikle bulunduğu olur.
2)Gösterileri: Dudağın bir bölümü,  dil, derinin bir başka bölgesi sık sık ayak baş parmağı emme nesneleri olurlar.
E) Çocuğun cinsel araştırmaları:
1)Öğrenme:  Çocuk cinsel sorunlara görülmemiş bir şiddetle bağlanır, Zekasını uyaran sorunların bunlar olduğu bile söylenebilir.
F) Nesnenin keşfedilmesi:

1)Emzirme dönemi: Anne, akıl yaşamının tümünün içinde, her ahlaki ve psişik etkinlikte cinsel dürtünün önemi üzerinde daha bilgili olursa, kendine en küçük sitem yapılmasını önleyecektir.

Son bir örnekle bitirebiliriz;
3 yaşında ki çocuk teyze karanlık çok korkuyorum bana bir şey söyle derken, teyze bu neye yarar beni görmedikten sonra der. Çocuk zararı yok diye cevap verir. Demek ki birisi konuşurken aydınlık oluyor yani nevrotik bunaltının libidodan doğduğunu görüyoruz.


2 Ekim 2013 Çarşamba

EĞİTİM ÜZERİNE – Immanuel Kant

Alman idealizminin kurucusu filozof ve düşünürü olan Kant elini taşın altına koymuş ve eğitim gibi çok çetrefilli bir konuya değinmiştir. O ahlak üzere bir çok sert ve de genelleyici görüşlere sahipken ahlakın kurulmaya yani oluşmaya başladığı çocukluk evresine de müdahale etmekten kendini alıkoyamamıştır. Daha çok din temelli bir ahlaki eğitimi uygun görmüştür.

O der ki : ‘ İnsan eğitime ihtiyaç duyan tek varlıktır. Çünkü eğitimden biz ahlaki terbiyeyle birlikte bakıp büyütmeyi, umumi talim ve terbiyeyi anlamalıyız.

Sonra ‘aynı zamanda bütün akıllı varlıklar için genel bir yasa olmasını isteyebileceğin maksime göre eylemde bulun’ düsturunu ahlakının temel ilkesi yapmış bir düşünürün bununla yetinmeyip ne var ki çocukların sadece uysallaştırılması yeterli değildir. Çünkü onların düşünmeyi öğrenmesi daha büyük önemi haizdir’ der.

 Hiç kimse gösterilemez ki gençliğinde ihmal edilmiş olupta daha sonra kusurunun talim terbiyede mi yoksa ahlaki eğitimde mi olduğunu bilmeksizin olgunluk çağına ulaşabilsin. Eğitimden geçmemiş insan kaba talim terbiye görmemiş insan serkeştir. Talim terbiyenin ihmali eğitim öğretimin ihmalinden daha büyük bir kötülüktür çünkü bu sonuncusu daha sonra hayat içerisinde telafi edilebilir. Fakat serkeşlik giderilemez ve talim terbiye de yapılan yanlışlık hiçbir zaman tamir edilemez.

 Öte yandan eğitimin ideolojik olduğunu göz önüne alırsak yaratılan bu ahlak kurallarına uygun insan yetiştirmek insan arzusunu ve de iradesini hiçe saymaktır. Her insanın kendi özgür iradesine, özgür seçme hakkına sahip olduğunu unutmamalıyız. Bizim yahut toplumun yaratmış olduğu birtakım talim terbiye kuralları yeni bir kimlik yaratımından ziyade kopya kimlikler üretmek olacaktır. Bu ise pek faşizanca duygular besleyen bir sistematik eğitim olacaktır. Özellikle önce aile kurumu sonra devlet tarafından faaliyete geçen eğitim kurumları ile belirlenmiş ideolojiler bireylere karşı olgunluk çağına ulaştırma amacı içerisindeyken ancak kendi olgunluklarını kavratmış olacaklardır. Devlet bir ahlak öğretisi oluştururken sormamız gereken asıl soru şunlardır? Devlet ahlaklı mıdır? Ya da o ahlaklı olabilir mi? O ne zaman ahlaklı olabilir? O ahlaklı değilse eğer onun ahlaki bir doktrin meydana getirmesi mümkün müdür?

Kant’ın aileler için ahlaki eğitimle ilgili diğer temel önerisi onu disiplin üzerine değil maksimler üzerine oturtmalı; biri kötü alışkanlıktan alıkoyar, diğeri zihni eğitir ve düşünmeye hazırlar. O halde burada anlamamız gerek şudur: çocuk kendisini her daim değişen davranış saiklerinden hareketle değilde maksimlerle uyum içerisinde davranmaya alıştırmalıdır.

 Örneğin bir çocuk yaptığı yanlıştan dolayı cezalandırılmamalı ama bir tepkiyle karşılanmalıdır o der. Burada disiplinize ederek dize getirmekten ziyade daha aristokratik bir davranıştan söz eden Kant Aristokratçı bir geleneği devam ettirmiştir.

Sonuç olarak kitapta birçok eğitim üzere önerilerde bulunan Kant temel olarak eğitim ve din öğretili bir ahlakı savunmuştur. Bu bakımdan onu daha iyi anlamak için tam olarak Kant’ın ahlakını kavramamız gerekir. Bunun için ileri okumalar gereklidir.



26 Eylül 2013 Perşembe

KARL MARX VE MARKSİZM ÜZERİNE


 ‘Lenin’in Marx’ı ve Marksizmi tanıtmak üzere 1914 yılında popüler bir ansiklopedi için kaleme aldığı bu metin Karl Marx’ın kısa yaşam öyküsünü ve Marksizmin yoğun ve anlaşılır bir özetini sunuyor’ diye ifade ettiği yordam kitapevinin bu çevirisi gayet anlaşılır.
  Kitabın daha da detayına inecek olursak;
Marx ilk olarak Epikür felsefesi*  üzerine  tezini sunup Hegel felsefesinin ateist ve devrimci yanlarını bulup çıkarmaya çalışan Sol-Hegelciler çevresinde olduğunu belirtiyor. Daha sonra Engels’in de belirttiği üzere ‘ biz ( Marx da içinde, Sol-Hegelciler) hepimiz Feuerbachçı olmuştuk’, diyerek Marx’ın ilerleyen zamanda ki tarafını ifade etmiştir.
Daha çok pratik tutumlara önem veren Marx ‘’ var olan herşeyin acımasızca eleştirilmesini savunan özellikle de silahlı eleştiri çağrısıyla’’ halk yığınlarını ve proleteryaya başvuruda bulunan bir devrimci gibi davranmıştır. Buradan sonra daha da aktif olmaya başlayan Marx 1848’ de Komünist Parti Manifestosunu kaleme aldı. Marx bu yapıtta toplumsal hayatı da içine alan oldukça tutarlı bir materyalizm; ilerlemenin en çok yönlü ve derinlikli öğretisi olarak diyalektik; sınıf savaşının kuramı; ve yeni ( komünist) toplumun yaratıcısı olarak proleteryanın dünya çapındaki tarihsel rolü gibi yepyeni bir dünya görüşü sunmuştur.  Fakat sınıf savaşı kuramını ne kadar iyi dile getirmiş olsa da şuan ki var olan ekonomik sistem içerisin deki teknoloji ve kapitalizm arasın da olan bu özel ilişkiyi yeterince önemsemeyerek dediği gibi toplumsal hayatı içine alan bir materyalizmden çok ütopik bir sistemi sunmuş oluyor. Bana göre gerçek olan şey; tüketici toplumun her zaman daha yeni, daha üstün, daha ileriyi arzu edeceğini göz önüne aldığımız da düşünülen ekonomik sistemin teknoloji ile çok yakından dost olması gerekir.  Üstelik bence Marx’ın belirttiği gibi bir devrim ya da yeni toplum proleterya tarafından yaratılamaz. Ancak aristokrat sınıfı ile birlikte mümkün olabilir. Örneğin bildiğimiz üzere Marksizmin öncülerinden Engels bir prolet değildir. Hatta Marx’ın kendisi de bir aristokrattır.
Bu umutsuz bakış açımı destekleyen bir örnek verecek olursak;
250’den fazla büyük fabrika bulunduran Kahramanmaraş ilinde son zamanlarda büyüyen bir holding yüzünden işçiler önemli zarara uğratılmıştır. Durum şöyle meydana geldi: İşçilere her 3 ayda bir ikramiye veriliyordu fakat işçi sayısı devasa sayılara ulaşan bir holding bunun büyük zarar olduğunu düşünerek diğer fabrikalara baskı yapıp bu ikramiyeyi yok etmiştir. Ve işçiler ne bir grev ne de başka bir başkaldırıya yeltenmemiştir.
 Bu durum gösteriyor ki işçiler üretici-burjuva- sınıfına karşı bir başkaldırı gücünü kendi kendilerine edinemeyeceklerdir. Bu bakımdan Marx proleteryanın yeni toplumun yaratıcısı derken fazla iyimser davranmıştır.
İlerleyen zamanlar da Marx materyalist kuramını daha da geliştirdi. Biraz teoriye yöneldiği bu 50’li ve 60’lı yılları sıralarında demokratik hareketlerde ki canlanış onu yeniden eylem alanına dönmeye çağırdı. Bununla birlikte I.Enternasyonal Uluslar arası işçi birliği kuruldu.
Marx’ın öğretisi Feuerbach’ı geliştiren Hegel bazlı fakat bazense Hegel’in tam tersi görüşleriyle bir tutarlılık hastalığı hakimdir. Temel olarak Marx şunu savunmuştur: Dünya’nın birliği felsefe ve doğal bilimlerin uzun ve çileli gelişmesinin de kanıtladığı gibi onun varoluşunda değil maddiliğindedir. Bu tutarlılık hastalığını pek olumlu bulmuyorum.Bana göre:Toplumu direk ilgilendiren bir sistemin tutarlı olması bir makinalaşma türü ya da makinalaşma sürecine yol açabilir. İnsan ve de toplum çok daha fazla dinamiklere sahiptir. Bundan dolayı onlara karşı belirli bir tutarlılıkla yaklaşmak insanları bir sistemmiş gibi algılamak bir tekilliğe sebeb olabilir. Ancak hesap makinaları yahut bilgisayar gibi mekanizmalar için tutarlılık söz konusu olabilir vs…
Son sözlere gelecek olursak. Okuduğumuz kitap  daha çok Marx üzerineydi ve bende biraz tarihi süreçten bahsettim ve biraz da Marx’ın temel düşüncelerinden söz ettim. Daha sonraki yazıda Das kapital üzerine ileri okumalar yaparak konuyu genişletmeyi umuyorum.


*Ana düşüncesi mutluluk olan Epikuros’un geliştirdiği bir ahlak felsefesidir.